‘Türkiye Yüzyılı’ düsturunu eğitime de uygulamak için harekete geçen Türkiye, bu kapsamda “Türkiye Yüzyılı Maarif Modeli”ni (TYMM) hazırladı.
Milli Eğitim Bakanlığı (MEB) tarafından hazırlanan ve taslağı kamuoyuna sunulan yeni müfredat ile milli ve manevi değerlere uygunluğu gözetilerek donanımlı nesiller yetiştirilmesi amaçlanıyor.
Yeni nesilleri geleceğe hazırlayan yeni müfredat çalışmalarına ilişkin Maarif Platformu da incelemede bulundu.
Maarif Platformu Başkanı Prof. Dr. Osman Çakmak ile birçok öğretim görevlisinin katkısıyla hazırlanan değerlendirme raporunda, yeni müfredata ilişkin 22 madde halinde MEB’e bazı önerilerde bulunuldu.
Bakanlığın müfredat çalışmalarının kamuoyunun dikkatlerini eğitimin sorunlarına çektiği belirtilen değerlendirme raporunda, söz konusu tartışmaların hayırlı neticelere gebe olduğuna inanıldığı kaydedilerek şu ifadelere yer verildi:
“Yeni müfredat çalışmaları ile ortaya çıkan yoğun tartışma ve müzakere ortamı eğitimin birikmiş olan asli sorunları ve kronikleşmiş problemleri ile tanışmamıza vesile olmaktadır. Gerçek problemleri çözme yolunda bir irade oluşacağı ve doğru çözümlerin ortaya çıkacağı konusunda ümitlerimiz artmaktadır. Bu ümit ve beklenti ile başından bu yana Platform olarak Bakanlığın mevcut müfredat çalışmalarını destekliyoruz.”
Geliştirilen yeni müfredatta, “bilgiyi aktarma” tabanlı mevcut yöntemlere; müzakere, akl-etme, eleştiri, deneme-yanılma, yaparak-yaşayarak öğrenme gibi, bilgiyi kullanım esaslı yeni nesil teknoloji tabanlı yöntemlere yer verilmesi gerektiği ve bu noktada Nizamü’l-Mülk, İbni Haldun, Gazali, Ahmet Yesevi, Geylani ve Bediüzzaman’ın insan, bilgi ve toplum tasavvurları, yeni eğitim modelleri için yol gösterici olabileceği vurgulandı.
MEB’in hazırladığı yeni müfredat çalışmasını geneli itibariyle başarılı bulduklarını ifade eden Maarif Platformu, “Yetkin ve Erdemli Birey” sloganıyla kaleme alınan öğretim programları perspektifinde, evrensel bilim kadar milli ve yerli içeriğe de yer verilmeye çalışıldığına da dikkat çekerek müfredat perspektifine yapılan bu milli ve yerli giydirmelerin çok isabetli olsa da, yeterli olmadığını vurguladı.
• Geliştirilen yeni müfredatta, tekelci yaklaşımın tortuları temizlenmelidir. Buradaki tekelcilik iki anlamdadır. Birincisi, toplumda İslami umdelere uygun, kültürümüzle muvafık olarak yaşatılan zenginliği yok sayıp, herkesi her konuda birbirine benzetmek yanlışıdır. Bu noktada Platformumuzun tavsiyesi, iyi bir Devlet denetimine tabi; amacı, kapsamı ve uygulaması farklı olan okul türlerine izin vermesidir. İkincisi, tüm okulları merkezi sınavlar bazında ele alıp değerlendiren, başarıyı buna göre ölçen yaklaşımdır. Şurası bir gerçek ki, mevcut merkezi sınavlar test tipi sınavlar olup, bunlar bazı bilgileri (malumat, bilgi) ölçse de, beceri ve kazanımları ölçmeye uygun değildir. Ayrıca bu testlerde sunulan seçeneklere göre cevap verme şeklinin, gerçek hayattaki konum ve derecesinin ne denli açıklandığı oldukça şüphelidir. Dolayısıyla bu testler, MEB’in yeni müfredat sloganı olan “yetkin birey”in yetkinliğini bir dereceye kadar ölçse de, erdemi ve becerileri ölçecek kalibrede değildir. Bu yüzden mevcut ölçme-değerlendirme sistemine alternatif olmasa da, bunu tamamlayıcı olarak mutlaka farklı ölçme-değerlendirme yaklaşımları aranmalıdır.
• Geliştirilen yeni müfredatta, “bilgiyi aktarma” tabanlı mevcut yöntemlere; müzakere, akl-etme, eleştiri, deneme-yanılma, yaparak-yaşayarak öğrenme gibi, bilgiyi kullanım esaslı yeni nesil teknoloji tabanlı yöntemlere yer verilmelidir. Bu noktada, Nizamü’l-Mülk, İbni Haldun, Gazali, Ahmet Yesevi, Geylani ve Bediüzzaman’ın insan, bilgi ve toplum tasavvurları, yeni eğitim modelleri için yol gösterici olabilir. Bunun için ise Devlet ve MEB, birçok ülkede olduğu gibi Türkiye’de de farklı model ve müfredata yol vermelidir. Bu, hem eğitime yeni açılımlar sağlayacak hem de eğitimi daha sivil hale getirerek, sosyal temelini genişletecektir.
• Geliştirilen yeni müfredatta yer verilen çeşitli okuryazarlık becerileri isabetlidir. İsabetli olmayan ise, bunların olduğu gibi yabancı literatüre dayandırılmasıdır. Sadece bir örnek olarak, sorgulayıcı eleştirel bakış ve medya okuryazarlığında, çocuklarımızın safi zihinlerini bulandıracak, taraflı ve yanlış bilgileri filtre edecek yerli zihinsel süzgeçlere yer verilmemiştir. Bu durum zihinsel kirlenme, bilişsel çarpıklık ve kimlik erozyonuna yol açabilir.
• Geliştirilen yeni müfredatın bileşeni olarak, MEB’in ders kitabı temin etme yaklaşımı gözden geçirilmeli, gerekirse yeniden düzenlenmelidir. Bu noktada mevcut uygulamanın isabetliliğine dair öğrenci, öğretmen, yönetici ve veli geri bildirimine dair görüşlerini alacak detaylı araştırmalar fayda sağlayabilir.
• Geliştirilen yeni müfredat da, diğerleri gibi, “Türkiye’yi Ankara’dan okumak” arızası taşımaktadır. Oysa yine iyi bir devlet denetimi dâhilinde, bölgesel ihtiyaç, talep ve farklılıklar, “Ulus Devlet”e kurban edilmemelidir. Devletin halkına tam güvenmediğini çağrıştıran bu durum, insanımızın renkliliğini grileştirmekte, bölgesel eğitim potansiyelini heba etmekte ve herkesi aynı profile (tek tipe) teşvik ederek, devletten iş bekleyen ve devlete yük teşkil eden bir noktaya getirmektedir.
• Geliştirilen yeni müfredata, mevcut derslere ek olarak, kültür ve medeniyetimize dair, örneğin Osmanlıca gibi yeni dersler yer almalıdır.
• MEB, Türkiye Yüzyılı Maarif Modelinde, müfredat geliştirme ve uygulama konularında katılımcı anlayışla ehil ve liyakatli öğretmenlere daha fazla inisiyatif tanımalıdır. Ancak KPSS puanıyla öğretmen istihdam eden bir sistemde ehil ve liyakatli öğretmen yetiştirilmesi mümkün görünmemektedir. Ehil ve liyakatli öğretmen açığını kapatmak için KPSS yerine çok boyutlu değerlendirme sistemleri hayata geçirilmelidir.
• Müfredat, okullardaki eğitim ve öğretimin pusulası olsa da, katı ve temel belirleyici olmamalıdır. Öğrencilerin sınıf düzeyi yıla, müfredat bitirmeye alternatif olarak, yeterlik esaslı olarak da temin edilebilir. Zira zekâ gibi, öğrenme hızları da çeşitlidir. Yapılacak sağlıklı ölçme ve komisyon değerlendirmesi sonucuna, bir müfredatın öğrenme çıktılarına sahip birey, üst sınıfa geçebilmelidir.
• MEB, ders kitabı gibi müfredat tekelini kırıp, okul, öğretmen, öğrenci ve velilere kitap ve müfredat seçebileceği alternatifli, esnek bir yapıyı tartışmalıdır.
• Ders kitapları gibi müfredatta da, öğrenme çıktılarıyla bağlantılı olarak yer verilen görsel ve karaktere özen gösterilmelidir. Örneğin, Tan, Acar, Işıl vb. isimlere medeniyet ve kültürümüzde iz bırakan isimler de eklenebilir. Zira bu örtük mesajlar kimlik ve kişilik inşasında yerlilik ve milliliği çağrıştırması bakımından önemlidir. Diğer taraftan müfredat/kitap içeriğinde yer elan çizimlerde, toplumun her kesimi yansıtılmalıdır. Örneğin başı açık ve kapalı kadın resmi oranı gibi.. Ayrıca müfredat/kitap içeriğinde yer verilen edebi metinlerde ve özellikle fen eğitiminde ve doğa temalarında, Yaratıcı’yı görmezden gelen, tabiatperest ve esbabperest dil, söylem, sembol ve mesajlara, örtülü veya açık şekilde yer vermekten kaçınmak önemlidir. Örneğin: “Yaratılıyor” yerine; “oluşuyor, meydana geliyor” gibi Yaratıcı’yı dışlayan ifadeler, materyalist ve seküler bir bakış açısının ürünüdür. Bu noktada Bediüzzaman’ın ısrarla vurguladığı “manay-ı harfi” dili yol gösterici olabilir.
• Ders kitapları gibi müfredatta dikkati çeken bir husus da, belirli bir yaşam tarzının vurgulanmasıdır. Örneğin yılbaşı (Noel) heyecanı yaşayan aile tasvirlerinin ön plana çıkarılması, Osmanlı döneminin geleneksel hayat tarzının unutturulması gibi. Ayrıca ders kitapları gibi müfredat dilindeki, “sayıltı, etkinlik, portfolyo, vb.” kelimelerin empozesi, yaşayan nesli yabancılaştırma vb. riskleri içerdiği açıktır.
• Müfredattaki öğrenme çıktıları, içerik ve eğitim durumları; öğrencilerin niyet, amaç, merak, sebatını esas alan, ezberden ziyade, “Ne?” sorusunun cevabından ziyade, “Neden?, Niçin ve Nasıl?” sorularının cevabına ulaştıracak şekilde tasarlanmalıdır. Bu konuda İslam düşünür ve filozofları yanında, bilime doğru hedef çizen Batılı bilim insanlarından da istifade edilebilir.
• Müfredattaki öğretim programı perspektifine yakından bakıldığında, referans vermeden Batı kaynaklı bilinen felsefelerin izleri rahatlıkla görülebilir. Bunda yadırganacak bir durum da yoktur. Yadırganması gereken, 1400 yıllık İslami tecrübenin ortaya koyduğu felsefelere temas edilmemesidir. Oysa bu felsefeye dayalı eğitimin, devletimizi yüzyıllarca omuzladığı malumdur. Tavsiyemiz, müfredat ve ders kitaplarındaki insan, bilgi ve toplum tasavvurunda, Batı felsefesi yanında, İslam felsefesinin de gereğine uygun öncelik verilmesidir. Zira topyekûn eğitim sisteminin bugün bocalamasının altında yatan en önemli sebeplerden birisi de, pusulasını kaybetmiş gemi misali, yerli ve milli bir felsefî rehber eksikliğidir. Yapılması gereken John Dewey kadar, Nurettin Topçu’ya da kulak vermektir. MEB, bu husustaki boşluğu (varsa) doldurmak için tez veya projelere (ilgili her kesim ve herkesin katılacağı) başvurabilir.
• MEB, müfredatı, Batı realitesi ve ürünü olan, bilinen eğitim felsefelerinin kalıplarına sıkıştırma gayreti gütmemelidir. Zira bu jakoben bir tavır olup, kendi insanımızı oryantalist bir bakışla analiz etmeye benzer.
• Ders kitapları gibi müfredatta da, “bilimin inançsızlığa alet edilmesi” gibi bir geleneğin tortuları mutlaka temizlenmelidir. Bu meyanda dil ve üslupta azami dikkat gösterilmelidir. Örneğin yaratılışa dair; “tabiât”, “doğa”, “tesadüf”, “mekanizma”, “kanun” gibi kavramlar çok dikkatli kullanılmalıdır.
• Ders kitapları gibi müfredatta da, bilgi ve beceriler, ahlaki bir kapta sunulmalıdır. Zira ahlak, bilgiyi, ideolojiden kurtaran bir aracıdır. Zira ancak bu şekilde müfredatın sloganı olan “yetkin ve erdemli” birey yetiştirilebilir. Bu noktada Maarif grubunun tavsiyesi, müfredatta yer alan sosyal ve duygusal öğrenme çıktıları ve bunlara dair içeriğin kalp ve ruh boyutlarının altının iyi doldurulmasıdır. Sezai Karakoç’un “Ağır sanayi, ağır kültür ister” sözü ile Nurettin Topçu’nun “Öğrenmek zekânın, yapmak ahlakın işidir.” sözü bu gerçeğin altını çizer. Sağlam insan olmadan sağlam para, sağlam para olmadan da sağlam ekonomi inşa edilemez. Esas olan kendi kimliğimiz ve kültürümüz ile var olmak, kalkınma ve ilerleme odaklı bir zihniyet yapısı oluşturmaktır. Müfredat bu ortamı sağlayacak şekilde hazırlanmalıdır.
• Yeni müfredatta, bireyin bütünsel gelişimi (zihin, beden, kalp ve ruh) vurgusu çok isabetlidir. Bunlara, finansal okuryazarlık gibi bireyin ekonomik yaşam niteliğini artıracak eklemeler de oldukça isabetlidir. Ancak bu okuryazarlık eklemelerinde; sıfır israf ve iktisatlı hayat prensipleri, sanat, estetik, ahlak, maneviyat gibi boyutlar ihmal edilmiş gibi görünmektedir. Bunların tahkim edilmesi önemlidir.
• Ders kitapları gibi müfredatta da, zengin bir kelime hazinesi gerektiren dil kullanılmalıdır. Zira insan kelime ve kavramlarla düşünür ve hayal eder.
• Ders kitapları gibi müfredatın da, medeniyetimiz ve kültürel tarihimizle barışık olması dahası oradan beslenmesi çok önemlidir. Zira bireyde hafıza ne ise, toplumda da tarih odur. Hafıza zaafının nelere yol açtığı ise malumdur. Kaldı ki bunda istifadeye medar olduğu kadar iftihar edilecek dayanaklar vardır. Biz yaşayan nesli tarihimizle doğru olarak buluşturamaz isek, bu boşluğu başkalarının yanlış biçimde doldurduğu aşikârdır.
• Gençlik arasında inançsızlık, kimliksizlik, sapkınlık sorumsuzluk dalga dalga yayılıyorsa; aşağılık kompleksi umumi bir araz halini almışsa bunda, tarihi gerçeklere, kültür ve medeniyetimize, inanç ve değerlerimize ayna olamayan mevcut müfredatın payı büyüktür. Bu konuda Fuat Sezgin’in çalışmaları deniz feneri misali yol gösterici olabilir. Fuat Sezgin Ortaçağdaki Müslümanların bilim mirasını ortaya çıkaran kapsamlı çalışmalar yaptı. Bu çalışmalarda İslam medeniyetinin özellikle matematik, astronomi, geometri, fizik, kimya, tıp, coğrafya, felsefe gibi pozitif bilim alanlarında kaydettiği gelişmeler ve bu gelişmelerin batı medeniyetinin doğuşu üzerindeki etkisini ele aldı. Medeniyetimizin değerini ve derinliğini, çapını anlayabilmek için Fuat Sezgin’i ve çalışmalarını tanımak şart olmaktadır. Şu anda en elzem vazife ve biricik çıkış yolu ruhumuzu, zihnimizi, dimağımızı besleyen ve bizi biz yapan maarif, medeniyet, insan, bilgi, ahlak, erdem, toplum, öğretmen ve öğrenci özelliklerimizi kazandıracak öncü projeler hazırlamaktır. Özellikle Fuat Sezgin’in çalışmaları ile gün yüzüne çıkan bilim tarihi gerçeklerinin ders kitaplarının yansımasıdır.
• Yeni müfredatta yer alan amaç ve öğrenme çıktıları ile bunlarla alakalı bilgi, beceri ve yeterliklerin çok büyük kısmı dünyevi olması, hem varoluştaki madde-mana dengesi ve hem de bu müfredatın temel savı olan “yetkin ve erdemli birey” dengesi için bir eksikliktir. Manevi hedef ve amaçlar olamadan, yetkin ve erdemli birey nasıl yetiştirilebilir? Bu meyanda, atalarımızın yüzyıllarca ilham ve enerji aldığı, “İ‘lâ-yi Kelimetullah”, “Nizam-ı Âlem”, “Fütüvvet Ahlakı”, ve “İnsan-ı Kamil” hedefleri yol gösterici olabilir.
• Ders kitapları gibi müfredatın da, mukteza-yı hale mutabık olarak mevcut dijital teknolojilere aşina nesle uygun olarak ihdas edilmesi önemlidir. Akif’in tabiriyle, bu durum “asrın idraki” için önemlidir. Bu meyanda, ders kitapları ve öğretim materyallerinde Grafik Tasarım Yazılımlarına (İllüstratör) ve Üç Boyut (3D) programlarına yer verilmelidir ki, bu durum, MEB’in dijitalleşmesi bakımından da önemlidir. Bu meyanda, yerli ve milli içerikle donatılmış dijital eğitim oyunlarının tasarımı da önemlidir. Medeniyet ve kültürümüzün klasikleri mahiyetinde olan eserlerin dijital forma, 3D oyun formatına uyarlanması fayda sağlayabilir. Öğrencilere, doğru sosyal medya davranışı kazandırmak için, MEB’in tarif edeceği çerçevede okul, sınıf, ders bazlı sosyal medya platformları oluşturulabilir ve bunların içeriği eğitimle alakalı güncel etkinliklerle doldurulabilir.
Maarif Platformu’nun geçtiğimiz günlerde kaleme aldığı “Eğitimde Maarif Ve Müfredat Yenileme İhtiyacı: Türkiye Yüzyılı Maarif Modeli Üzerinden Teorik Bir Analiz”ine de yer verilen raporda Eğitim fakülteleri ve sosyal bilimler alanında eğitim veren diğer fakültelerin eğitim programlarına da atıfta bulunuldu.
Eğitim fakülteleri ve sosyal bilimler alanında eğitim veren diğer fakülteler tamamen Batı felsefesine göre kurgulanmış programları uygulamaktadır. Ne yazık ki hepimiz Batı felsefesi ile kurgulanan bu eğitimlerin ürünleriyiz. Batı gözlüğü ve yabancıların kavramları ile olaylara baktığımızdan dönüşümün zorluğunu ve önündeki büyük engeller bulunduğunu biliyoruz. İşgal kavramlardan tek tek kurtulup kaybettiğimiz kavramları tek tek bulup yerine koymak zorundayız. Bu da ancak kendi müfredatımızı üretmekle mümkün olacaktır. Türkiye ancak bu şekilde kendi yönünü ve yörüngesini bulacak, kendi kavramları ile yoluna devam edecektir. Genetik kodlarımızla uyuşmadığı için Batı sistemlerine adapte gayretleri bize Batı eğitim sistemini getiremedi. Aksine sömürge sistemi ile asalak bir yapı oluşturuldu ve zihinsel olarak mazisini unutan mankurtları netice verdi. Bu çalışmalar eğitimde bağımsızlık anlamına geliyor. Bu yüzden Türkiye’nin zihinsel bağımsızlığına müfredat ve ders kitapları yolu ile müdahil olan çevreler büyük bir “rahatsızlık” duyacağı açıktır. Bakanlık yetkililerinin, komisyonda çalışan Batı paradigmasına teslim olmamış eğitimcilerin tembelliğine, nemelazımcılığına, vurdumduymazlığına, konunun ertelenmesine ve geçiştirilmesine rıza gösterme ve görmezden gelme hakları olmadığını düşünüyoruz. Müfredat kadar önemli olan başka bir mesele etkin ve yetkin bilge öğretmen yetiştirilmesidir. Müfredatlar iyi bir öğretmenin elinde kaldıkça işlevsel olabilir. Önemli olan zaman geçirilmeden öğretmeni de mesleğinde uzman ve usta hale getirecek programların hayata geçirilmesidir.
Müfredatlar, öğrenerek zekâmızı geliştirirken, hareketlerimizin mutlaka bir ahlâkî değeri olması gerektiğini öngörür. Bu yüzden öğretim sistemi aynı zaman bir terbiye cihazı halini almak zorundadır. Bilgili nesiller yetiştirmek, aynı zamanda ahlâklı, yüksek karakterli nesiller yetiştirmek anlamına geliyor. Bu yüzden müfredatın yoğun tartışıldığı şu günlerde müfredat ve ahlak birlikteliği yoğun şekilde gündeme getirilmelidir. Bugünün manzarası şu: maneviyatsız ve medeniyetsiz kalkınma bizi konfora, rahata, lükse, iktidara alıştırdı. Ahlâklı olmayı güçleştiren, ahlâksız olmayı kolaylaştıran çevre şartları çoğalması bu kaygıyı daha önemli hale getiriyor. Eğitimin ilim ve irfan boyutu unutulduğu için seküler bilim ve bilgi ile maarif yapılamadı. Ortaya çıkan eğitim öğretimden ibaret kaldı. Sadece öğretime dayanan Millî Eğitimle işin terbiye, ahlâk ve kültür yönü rafa kalktı. Bu ihmalin faturası ülkeye ağır olmakta, Milli Eğitim fabrikası, fırsatçı, menfaatçi ve pragmatist ürünleri netice vermektedir. Çünkü müfredatlar, felsefesiyle öğrencilere, “geleceğini kurtarmak” adına yalnız kendi egosunu düşünmeyi telkin ediyor. Maneviyatsız ve medeniyetsiz kalkınma bizi konfora, rahata, lükse, iktidara alıştırdı. Ahlâklı olmayı güçleştiren, ahlâksız olmayı kolaylaştıran çevre şartları çoğalmaktadır. Ahlak kazandıramadığımız bu insanlar oturduğu yerden ve terlemeden kazanmanın yollarını arıyor ve üretmeden tüketen nesiller çoğalıyor. Yeni müfredatla öğretim sistemi öğrenciye etkili bir terbiye kazandırabilir mi? Müfredatın yoğun olarak tartışıldığı şu günlerde Sezai Karakoç’un “Ağır sanayi, ağır kültür ister” sözü ile Nurettin Topçu’nun “Öğrenmek zekânın, yapmak ahlakın işidir” sözü rehberimiz olmalıdır. Sonuç olarak yeni müfredatta, bireyin bütünsel gelişimi (zihin, beden, kalp ve ruh) vurgusu çok isabetlidir. Bunlara, finansal okuryazarlık gibi bireyin ekonomik yaşam niteliğini artıracak eklemeler de oldukça isabetli olmuştur. Ancak bu okuryazarlık eklemelerinde; sanat, estetik, ahlak, maneviyat gibi boyutlar zayıf kalmaktadır. Bunların tahkim edilmesi gerekir. Raporumuzda tüm bu eksikliklere dikkat çekmiş bulunuyoruz.
Fen bilimleri, fizik, kimya, biyoloji, tarih ve coğrafya müfredatları ki bu dersler haftalık ders sayısının yarısından çoğunu meydana getiriyor. Ne var ki yeni taslağa baktığımızda anlatımdaki problemli yaklaşımın devam ettiğini görüyoruz. Fen bilimleri derslerinde materyalist ön yargılarla dolu anlatım var. Fizik, kimya, biyoloji, coğrafya, geometri, matematik derslerinde seküler bilimin tanrılarının hâkimiyetini görebiliyoruz. İdeoloji ve felsefe ile karışık bir şekilde sunulan bilime kısaca “seküler bilim” diyoruz. Seküler bilim, “Allah’ın varlığı yokluğu ve evrenimizde etken olup olmadığı, ‘bilim’in konusu değildir” der. Ne var ki “Yaratıcı’nın olmadığına” dair sürekli propaganda içine girer. Seküler bilim, bir yandan “inanç ve dinden bağımsız” hareket ettiğini söyler; diğer yandan keşif ve gözlemlerini, “ateizm” (küfür ve şirk) lehine yorumlar. Seküler bilim, evren gözlem ve araştırmalarında “Kim?, Niçin?, Niye?, Anlam ve Amacı ne?” sorularını sormaz. Hâlbuki bilimin en temel amacı; gözlem ve deneylere dayanarak, geçmiş ve gelecek hakkında bilgi ve bulgular elde etmektir. Somut gördüklerinden, soyut kanun ve prensiplere ulaşmaktır. Varlık ve işleyişten, “Teoriye göre, evrende şöyle bir şey de olması gerekir” deyip, henüz göremediği o varlık ve boyutları keşfetmeye çalışmaktır.
Müfredatlar ele alınırken öncelikle kültür ve inanç değerlerimizle taban tabana zıt seküler bilimin tortuları kaldırılmalıdır. Özellikle fen derslerinde beklentimiz, bu derslerin insanın kendini ve kâinatı keşif yolculuğu halini almasıdır. Böylece insanın istidat çekirdeklerini inkişaf etme yolu açılacak; mutlu ve huzurlu, kendisiyle ve doğayla barışık insanlar halini alacaktır.
Bilimde inanç-iman ve aşk olmadıkça bilgide derinleşmek ve bilimi ideal haline getirmek ve böylece büyük buluşlar yapmak ve ilmi memleket ve insanımız yararına kullanmak mümkün olmayacaktır. Örneğin konuyu fen bilimleri açısından ele alalım. Fen eğitiminin temel bir gayesi, insanı aldığı eğitim sonucunda kendisi için yaratıldığı ve tasarlandığı belli olan tabiatı doğru anlamayı sağlamasıdır. Bu noktada din ile bilim yada felsefeyi ayrı düşünmek yanlıştır. Fen bilimleri Allah’ı ve inanca ait gerçekleri tanımanın aracı olduğu zaman, o bilim, imana dönüşecek ve kutsal bir nitelik kazanacaktır. Aksi halde “seküler hurafeleri” hangi güzel ve özel yöntemlerle öğretirsek öğretelim değişen bir şey olmayacaktır.
Bu iman ve aşkı sağlamak için müfredatlarda yapılması gereken şudur: Öncelikle ders kitaplarının dünyevilik/menfaat ve materyalist anlayışın baskısından/işgalinden kurtaracak çabaların içine girilmesidir; kitaplara öğrenciye ideal/kültür aşılayacak şekilde muhteva kazandırılmasıdır.
En başta yapılması gereken ise ders kitapları ve müfredatların öğrencinin imanını ve ahlakını çalan, inancından eden ideolojik muhtevadan kurtarılmasıdır. Bunun için de fen bilimleri bağlamında söyleyecek olursak bilimsel bir disiplin içinde ilahî tasarrufu göstererek ders kitaplarının yeniden yazılmasıdır. Tabiat bir sanat galerisi ve fuar gibi hali ile Allah’ın isim ve sıfatlarına ayna olmaktadır. Bu yüzden bilimle dinin, Kuranla kainatın ayrıklığı ve laikliği düşünülemez.
Hangi dinden ve inançtan olursa olsun herkesin ortak rehber alacağı hakikatler tabiatta bulunuyor. Tabiat/fenler hepimizin ortak olarak rehber alacağı kitaptır. Hangi dinden ve inançtan olursa olsun ortak yol bilimsel metotlardır. Bilimsel gerçeklere karşı kimsenin karşı çıkma lüksü yoktur. Her zaman gördüğümüz asıl tabiat gerçekleri fen derslerinde nazara verilmiyorsa bilim yolunu şaşırmış dinsizliğe ve ateizme alet ediliyor demektir.
Yardımlaşma/inayet, hayat ve diriltme, rızık-beslenme, mükemmele gidiş/tekamül, güzelleştirme-süsleme faaliyet, düzenlilik/nizam, adalet, denge, temizlik, iktisat-israfsızlık, hikmet ve gaye, sanat/tasarım ..vd. gerçekler, bizi sürekli ilgilendiren asıl tabiat gerçekleridir.
Güzel ahlakın yansımaları olan bu ilahi tasarruflar ders kitaplarında yer almalıdır. Çünkü bunlar aynı zamanda ahlaki değerler olarak da ders kitaplarında nazara verilse, değerleri ve güzel ahlakı daha kısa bir yoldan çocuklara öğretmenin yolu açılmış olacaktır.
Bilimsel düşünce ideolojik davranmaktan kaçınmayı gerektirir; eserleri ile açıkça kendini belli eden kast ve iradeye, hikmetli yapılışa ve gözlenen tasarım ve denge gerçeğine dikkat çekilmesi kimi niçin rahatsız etsin?! Yaratılışı ve yaratılış sırlarının tesadüf ve tabiat gibi yalancı ve yanlış mabut/ilahlara (hırsızlara) verilmesi hangi dinden olursa olsun her insanın rahatsız olacağı bir durumdur. Bilimle ve gerçeklikle bağını koparmış, yalana mahkum olmuş bir kısım insanlar rahatsız olacak diye tabiattaki olayları ve nesneleri Yaratıcısından (Sahibinden) kaçırarak bilimi “hırsız” konumuna düşürmeye hakkımız yoktur.
Kainat kitabının doğru okunması, ekolojik dengenin korunması-çevrecilik, canlılara değer verme ve onları koruma şuurunun gelişmesini de teşvik edecektir. Sözün özeti şu soruyu kendimize ve yetkililere yüksek sesle sormakta haklı değil miyiz? Bu kadar güzel neticeleri olduğu halde hakikat ve ilim böyle iktiza etmesine rağmen, niçin “kainat kitabında” yansıyan hakikatleri fen bilimlerinin konuları halinde getirmiyoruz? İnsanımızda estetik duyguları geliştirecek ve güzel ahlakı öğretecek kaynakları niçin kapatıyoruz?
Okullarımızda ders ve müfredatların hakikat ekseninden uzaklaşması ile tüm bu hazinelerden mahrum kalıyoruz. Kaybettiklerimiz çok büyük. Öğrenciler hem “bilimsel bilgi” ile buluşamamakta; hem de tabiat kitabındaki, güzel ahlâkın esası olan hakikatlerle tanışamamaktadır.
Hulasa, insanın doğru ahlâki ve insani değerleri bulmasının en kestirme bir yolu tabiat kitabının okuru haline gelmesidir. İnsan çevresinde cereyan eden olayları; muhteşem düzeni ve harika tasarımlar, ilahi nimetleri ve ahlâki güzellikleri ve değerleri derinliğine farkettikçe hayret duyguları içinde kalacak; öğrenmeye karşı açlığı ve merakı daha da artacaktır. Tabiattaki ahlâki gerçekler ruh aynasında kendisini göstermeye başlayacaktır. Doğadaki hassas mekanizmaları ve düzeni ileri düzeyde fark eden insanda takdir, tefekkür, hürmet, şefkat/merhamet ve şükür duyguları gelişecektir.
Müfredat taslağı üzerine hazırlamış olduğumuz rapor, sadece müfredat taslağının eksikliklerini göstermekle kalmıyor; aynı zamanda onun hayata geçmesinin önündeki ciddi engelleri de gösteriyor. Öncelikle öğretmen yetiştirme meselesine dikkat çekilmektedir.. Çünkü iyi aletler ustaların elinde işe yaramaktadır. Diğer taraftan çoğu milli eğitim projelerinin yolda kalması, yapboz, sil baştan uygulamalar haline gelmesinde etkili olan “paralel müfredat” gerçeği ele alındı. Paralel müfredattan kastımız, ÖSYM’nin oluşturduğu merkezi sınavlardır. Okullarda ÖSYM müfredatının hâkim olması MEB yatırımlarının boşa gittiği anlamına gelmektedir. Okullar kendi müfredatlarını bırakıp paralel müfredata tabi oluyorlar. Durum böyle olunca, paralel müfredat, liseleri, üniversiteye girişte bir basamak taşı haline getiriyor. Fen Liseleri, Proje İmam Hatipler de dâhil iddialı liseler ikinci sınıf bir üniversiteye hazırlık dershanesi gibi çalışıyor. Üniversite iddiası olmayan liselerde ise dersler genellikle ilgisizlik ortamı içinde heyecansız bir şekilde sürüyor. Ciddi öğrenciler liseden kurtarabildikleri zamanlarını kurslarda geçirmektedirler.
Eğitim sisteminde, özellikle sınavlardaki adaletsiz yapı ve mesleki eğitime yönlendirme olmayışı ile eğitimdeki bu akıl almaz başıboşluk ve nitelik eksikliği ortaya çıkıyor. Bunun en önemli kaynağı ÖSYM’nin oluşturduğu paralel müfredat olduğunun altını tekrar çizmek istiyoruz. O yüzden milli eğitimin müfredatının ürünü olan ders kitapları büyük ölçüde kullanılmıyor. Kullanılmayan ders kitabı basımı ile devlet her yıl büyük bir zarara uğratılmaktadır. Bu vesileyle ders kitabı basımı konusunun gözden geçirilmesini hatırlatıyoruz. Sonuç olarak müfredatın hayata geçirilmesi ile birlikte yapılması gereken reformlar bulunuyor. Önerimiz ilk iş olarak, geniş katılımlı istişarelerle lise mezununda olması gereken bilgi ve beceriler ortaya konulmalıdır. Ülkemizde her alanda, özellikle inşaat ve otomotiv alanında olduğu gibi tarım ve hayvancılık alanında büyük çapta ara eleman eksikliği bilinmektedir. Her şeyden önce zorunlu lise eğitimi acilen kaldırılmalı ve öğrenci çoğunluğunu liseye değil, mesleki eğitime yönlendiren bir yapı hayata geçirilmelidir. Lise ve üniversitelerimiz öğretim programları ile her girenin mezun olduğu yapı ve anlayıştan kurtarılmalıdır. Bu problem Milli Eğitim Bakanlığı bürokrasisinin tek başına çözebileceği bir problem değildir. Bu problemin çözümünde ilgili bürokratlar yanında iş dünyasının temsilcileri ve diğer ilgili taraflar bir araya gelerek ilkokuldan üniversiteye eğitim bir bütün olarak ele alınmalıdır. Kontenjanlar ülkenin ihtiyaçları göz önünde bulundurularak belirlenmelidir. Hazırladığımız raporda tüm bu noktalara dikkat çekilmiş olup, böylece kaynak problemlere ve asıl sorunlara vurgu yapılarak problem bütün olarak ele alınmıştır.
Sunduğumuz raporun dikkat çeken bir yönü de Müfredat Tekelinin çözümsüzlüğün ana sebebi olarak gösterilmiş olmasıdır. Müfredat tekeline son verildiğinde günün ihtiyaçlarına cevap veren müfredatların önü açılmış olacaktır. Bu, devletin halkına güvenmesi ve eğitimin topluma mal olması anlamına gelmektedir. Asıl ve gerçek çözümü eğitimin toplumsallaşmasında görüyoruz. Tek tip insan yetiştirmeye son verilerek her anne babanın çocuğunu kendi değerleriyle yetiştirmesine fırsat verilmelidir. Çocuklarımızı istemediğimiz birileri üzerinde tahakküm kursun, devlete ya da beşeri yapılara kul olsun diye yetiştirmiyoruz. Hiçbir demokratik ülkede tek tip müfredat uygulaması yoktur. Beklentimiz, müfredatta kendi programını kendi belirleyen tercih hakkını ve kimliğini kendisi belirleyen okulların açılmasına izin verilmesidir. Bu yapıldığı takdirde eğitim, gerçek anlamda halka mal olmaya başlayacaktır. Devlet, eğitimin finansmanında, müfredatın belirlenmesinde, eğitim sektöründe çalışanların statüsünde konum değiştirmelidir. Devlet sadece bazı temel dersleri tüm eğitim kurumlarında zorunlu tutabilir. Örneğin temel fen-matematik dersleri yanında tarih, kültür ve medeniyetimize dair bir kısım derslerle birlikte Türkçe mecburi ders olabilir. Avrupa’da nasıl ki, Latince mecburi bir ders ise, bizde de örneğin Osmanlıca dersi mecbur tutulan derslerden olabilir. Ancak bunların dışındaki özel eğitim kurumlarının açılmasına, derslerin muhtevasına ve süresine (müfredatlarına), içinde suç unsuru barındırmadıkça izin verilmelidir. Müfredat üzerindeki tekelci yapının kalkması halinde kendimize ait özgün modelleri hayata geçirme şansı ortaya çıkacaktır. Yerli talim ve terbiye modelleri hiç gündemde olmadıysa sebebi Tevhidi Tedrisat ile ilgili yasalar ve yasalarla ortaya çıkan müfredat tekelidir. Hâlbuki insanımıza güvenilseydi, çözümün bir parçası olacak imkânlar verilseydi, yani müfredat tekelinden vazgeçilseydi, Nizamü’l-Mülk ve İbni Haldun’dan Gazali’ye, Ahmet Yesevi’den Geylani’ye, Bediüzzaman’a kadar nice ekoller hayat bulacaktı. Bin yıldır ülkeye âlim, ârif ve hâkim insanlar yetiştiren ecdadımızın büyük bir muvaffakiyetle uyguladıkları okul sistemleri, çağın gerekleri ile birleşerek yeniden arz-ı endam edecekti. İşin ilginç yanı şu ki, çözüm adına yola çıkanlar da dâhil bu çarpıklığın farkında değiller. İlkokullarda bile ders konularının muhtevası anne babaya, öğrenciye hatta öğretmene bile söz hakkı ve seçme tanımadan belirleniyor. Bölge ihtiyaçları dikkate alınmıyor; hatta köyde oturanla şehirde oturanlara aynı müfredat dayatılıyor. Üstelik bu tekelcilik kabullenilmiş durumda. Hatta sendikalar ve sivil kuruluşların çoğu da, devletin eğitim-öğretim faaliyetlerindeki tekeline karşı mücadele etmiyor; gerçek eğitim sorunlarını dillendirmenin, eğitimi özgürleştirmeye yönelik çabaların uzağında kalıyorlar.
Raporda ele aldığımız konulardan birisi de tarih ders kitaplarının doğruları ile yeniden yazılmasıdır. Yeni müfredatta medeniyet kurucusu ve geliştiricisi nesiller hedeflenmektedir. Bu hedef doğru ve yerindedir. Bunun için çocuklarımıza önce tarihimizi ve kültürümüzü öğretmemiz gerekiyor. Fransız eğitim felsefesinin kökleri Dekart ve Kartezyen felsefeye dayanmaktadır. İngiliz eğitim sitemi ise John Locke ve tecrübi felsefeye, Almanların, İmmanuel Kant’a, Amerikan eğitim sistemi ise pragmatizme dayanıyor. Peki, ya Türk eğitim sisteminin felsefi kökleri nereye dayanıyor? Şu anda en elzem vazife ve biricik çıkış yolu ruhumuzu, zihnimizi, dimağımızı besleyen ve bizi biz yapan maarif, medeniyet, insan, bilgi, ahlak, erdem, toplum, öğretmen ve öğrenci özelliklerimizi kazandıracak değerleri tarihimizden öğrenmek ve eğitime felsefe kazandırmaktır. Altını çizerek belirtiyoruz ki yeni müfredat yapılanmasından asıl ve en büyük beklentimiz; ünlü bilim tarihçisi Fuat Sezgin’in çalışmaları ile gün yüzüne çıkan bilim tarihi gerçeklerinin ders kitaplarında yer almasıdır.
Müfredatın askıda bırakılmasıyla ve her kesimden görüş alınmasıyla ülkede büyük bir heyecan husule geldi ve dikkatler eğitime çevrildi. Bu sürecin eğitimle ilgili yanılgılardan ve yanlış fikir ve kanaatlerden kurtulmak için bir milat olacağını düşünüyoruz. Böylece müfredat üzerinde cevapsız kalan hususları daha iyi görebileceğiz. Dikkatlerimiz ders kitapları üzerine yoğunlaşmaktadır. Ders kitaplarının hazırlanmasında nasıl bir yöntem izlenecek, bu yöntem nasıl uygulanacak ve buna kimler karar verecek, kitapları kimler yazacak ve bu yazım sürecini kimler kontrol edecektir? Kitap içerikleri ve görselleri nasıl seçilecek?. Görüldüğü gibi taslakta cevap bulması gereken çok sayıda soru bulunmaktadır.
Taslakta müfredatın uygulayıcıları ve hayata geçirecek olan öğretmenlerin yetiştirme problemi de cevapsız kalmaktadır. Yeni programın gerekli kıldığı niteliklerin halen çalışmakta olan öğretmenlere nasıl kazandırılması gerekmektedir. Peki bunun için nasıl bir yol izleyeceğiz?
Mesela fen bilimleri” dersleri, öğrencilerin ilkokuldan itibaren lise son sınıf düzeyine kadar “bilimsel keşif” sürecine dâhil olabilmesi öngörülmektedir. Bu yerinde ve gerekli bir düzenleme olmuştur. Ancak, asıl önemli olan öğretmenlerin bu yenilikleri hayata nasıl geçireceği konularına açıklık getirilmelidir.
Diğer taraftan yukarıda ayrıntılı ele aldığımız gibi adına “paralel müfredat” dediğimiz merkezi sınavların hükümranlığı karşısında yeni müfredatın hayata geçme ihtimali oldukça zayıftır. Öngörülen yeniliklerin hayata geçirilmesi ihtimalini zayıflatmaktadır. İlgili bölümde dile getirdiğimiz çözümlerin hayata geçirilmesi gerekir. İlkokul müfredatının özü ve hedefi maddi ve manevi kişilik gelişimi odaklı olmalıdır. Yeni müfredat taslağının İlkokul bölümünde karakter gelişimine vurgu yapılması son derece isabetli olmuştur. Ancak bunun nasıl hayata geçirileceği konusu açıklığa kavuşturulmalıdır.
İlkokulda en önemli akademik hedef, okuduğunu anlama, doğru okuma yazma ve temel sayılar gibi kazanımlardır. Bu kazanımlar sağlanmadan ortaokula geçen öğrencilerimiz ortaokulda alana dayalı öğretimde büyük çapta öğrenme kayıpları yaşamaktadırlar. Büyük bir çoğunluk özellikle sayısal ve dil derslerinde konulardan öyle uzaklaştı ki cevapları ellerine hazır verseniz yapamaz haldeler. Sınıfta kalmanın kalkması, yıllık kazanımları ölçen ve değerlendiren bitirme imtihanları sistemi olmaması gibi sebeplerle de öğrenme kayıpları telafi edilemiyor. İlkokulun 5 yıla çıkarılması ve bitirme sınavlarının geri getirilmesi şart görünmektedir. Aksi halde doğru dürüst okuma yazma bilmeden ilkokul, ortaokul ve hatta lise diploması alanlar çoğalmaya devam edecektir. İlkokulda hedeflenen temel sosyal/duygusal beceriler ve kişilik gelişimi tamamlanmadan ortaokula geçiliyor. Bir öğrenci soyut işlemler dönemine ya da psikososyal kurama göre 5. evre olan kimlik kazanımı evresine gelmeden ortaokula geçmemelidir.
İlköğrenim çocukluk dönemi olup öğrenci tek bir öğretmenin tam zamanlı şefkati, ilgisi ve himayesinde öğrenmeye muhtaçtır. Gelişmiş ve aklı başında eğitim sürdüren ülkelerde bulunmayan 12 yıl zorunlu eğitimi ülkemize kim getirdi, niçin getirdi sorusu hala cevapsız kalmaktadır. Amaç, köyleri boşaltmak ve meslekleri öldürmek miydi? 12 yıl zorunlu eğitime tabi olan bir öğrenci, üniversiteye ve yüksekokula girememesi halinde geçimini temin edecek bir meslek öğrenmesi de çok zor görünmektedir. Ülkemizde sanatı, tarımı, çıraklığı, ustalığı kim ve kimler niye bitirdi? Öğretmen liselerini sanat mekteplerini kim kapattı? Bunlar her kim ve kimler ise, dış odaklı ve art niyetli oldukları ve ülkemizi her alanda geri bırakmayı hedefledikleri muhakkaktır. Yeni müfredat çalışmaları bu zinciri kırmak için önemli bir fırsat teşkil etmeli ve yeni müfredat çalışmaları ile birlikte bu yapısal dönüşümler ele alınmalıdır. Müfredatla birlikte müfredatın hayata geçmesini sağlayacak yapısal reformlar asıl gündem konularıdır.
Karmaşık sorunlar, çok sayıda sorunun bir araya gelip paket yada yumak halini aldıkları sorunlardır. Müfredat yenileme sorunu da çok sayıda sorunu içinde barındırdığından kısa ve kolay bir çözüm yolu bulunmadığı kanaatİndeyiz. Öncelikle problem çözme tavır ve yaklaşımlarımızın gözden geçirmesi ve problemin niçin çözülemediğinin ortaya konması bir ihtiyaçtır. Türkiye’nin eğitim sorunu eğitime bakış sorunu olduğuna göre dönüşümün odağında eğitime felsefe kazandırmak bulunmaktadır. Eğitime düşünüş, görüş ve yaşayış biçimi yani paradigma kazandırılmadan müfredat meselesinin çözülmesi mümkün görünmemektedir. Yeni müfredat, öğretimde beceri odaklı olmayı ve sadeleştirilmiş muhtevada derinleşmeyi hedefliyor. Bu anlamda özet olarak milli bilince sahip, ahlaklı, erdemli, milleti ve insanlık için faydalı ve güzel olanı yapmayı ideal edinmiş, beden, zihin, kalp ve ruh bütünlüğüne sahip bilge nesiller inşa etmeyi hedeflemektedir. Yeni müfredat çalışmalarında önemli eksiklikler olsa da eklenen ve yenilenen hususların eğitime işlevsellik ve bilimsellik yanında, ruh ve muhteva kazandırma niyet ve çabaları dikkat çekmektedir. Bu iyi niyetli çabalar, müfredatın askıdan sonraki süreçlerde gelen teklifler doğrultusunda yeniden ele alınacağı ve olgunlaşacağı konusunda ümit vermektedir.
Örneğin, Türk Dili ve Edebiyatı dersinde bu dersin kazanım ve öğrenim hedeflerinden bu durumu görebiliyorsunuz. Okuma, yazma, dinleme ve konuşma yeterlikleri, metin tahlili ve atölye çalışmaları öne çıkarılmış. Metin merkezli bir yöntem takip edilmiş. Değişik okuryazarlık türleri öne çıkarılmış. Değerler önemsenmiş. Hedeflerde müfredata milli ve yerel özelliklerin kazandırılması için bir çaba seziliyor. Modelde yer alan metinler eğitim fakültelerinde görev yapan hocaların aşina olduğu konulardan müteşekkil olup, kimi konu ve kavramların yerli ve milli söylemlerle beslendiği görülmektedir. Bununla beraber şunu ifade edelim ki, inanç ve kültür değerlerimizi, medeniyetimi temel almayan eğitim modelleri üzerinde her türlü güncelleme, yenilik, reform mevcut seküler sistemi beslemeye devam edecektir. Çalışmaların eskiyen mobilyaların yerine yenilerini temin etme gayreti olmaktan çıkarılması gerekmektedir. Bunun için de köke uzanan asıl çalışmalara zaman geçirilmeden başlanmalıdır.
Çok köklü ilim, irfan ve fazilet birikimimiz var. Ne var ki bunları günümüz Türkiye’sinde felsefi ve bilimsel bir disiplin olan eğitim ile ilişkisini kuramıyoruz. İnsana ve eğitime dair ontolojik, epistemolojik ve aksiyolojik tüm sorulara cevap bulmaya çalışan bilim alanı eğitim felsefesidir. Ülkemiz eğitim sisteminin bir eğitim felsefesinin olduğu, hatta herhangi bir eğitim felsefesine dayandığını söyleyemiyoruz. Eğitim fikrini, felsefesini farklı ve yabancı bir kültürden ithal etmek sonra da adına “milli” demekle, bunun ithal ettiğiniz medeniyete, topluma ve kişiye fayda vermesini bekleyemezsiniz. Başkasının kullandığı ilaç ile kendi rahatsızlığınızı tedavi edemezsiniz. Başka medeniyetlerin geçmişinden, hikayesinden beslendiğimiz sürece Türkiye, taklit ve edilgen gölge bir kültürde kalmaya devam edecek, “asalak” müfredatlarla kimlik sorunu yaşayacaktır.
Ülkemizde yapılan yanlışlık şudur: Eğitim fikrini, felsefesini dolayısıyla değerlerini, inancını, dünya görüşünü, başka medeniyetlerin değerlerine, inancına, dünya görüşü üzerine kurgulamaya çalışıyor. Eğitim fikri, felsefesi kendi medeniyet ve kültürümüzden doğmadığı ve insanımızın kendi hikayesi esas alınmadığı sürece, eğitim sınav kazanmak ve bilgi yüklemek halinden kurtulamayacaktır. Gençler meslek ve beceri yerine diploma peşinde koşacaktır. Öğretmen yetiştiren eğitim fakültelerinde görev yapan Eğitim Bilimleri öğretim üyelerine baktığımızda bunların eğitim bilimleri adına beslenip referans aldığı en temel birincil kaynakların neredeyse tamamının Batı menşeili kuramlar, yaklaşımlar, şahsiyetler, eserler olduğunu görürüz. Halbuki dünyaya yön vermiş sayısız şahsiyet, alim ve lider yetiştirmiş, bir kaç bin yıllık medeniyet tarihimiz var.
Niçin kendi tarihimizden ve köklerimizden beslenen kendi müfredatımızla yürümüyoruz ? Müfredat yapıcılar her şeyden önce bu sorunun cevabını bulmak zorundadır. Tam da bu noktada maarif, kültür ve medeniyet köklerimize dair yürütülen kapsamlı bir projeye dikkat çekilmesine ihtiyaç vardır. İlgili projenin neler yapabileceğinden kısaca söz etmemiz gerekiyor. Editörlüğü eğitim bilimci profesörler Burhan Akpınar, Behçet Oral ve Bayram Özer hocalar tarafından yapılan Maarif Düşüncemizin Kuramsal Temelleri kitabı farklı üniversitelerden 30 bilim insanının ortak çabasıyla PEGEM yayınları arasında çıktı. Kitabın ilk cildi toplam 22 bölümden oluşuyor. (Eserin tanıtımına ulaşmak için tıklayınız) https://pegem.net/urun/Maarif-Dusuncemizin-KuramsalTemelleri-1/264135 Bu proje için ilk planda 25 farklı üniversiteden (4 farklı ülke) 42 akademisyen bir araya geldi. Seri halinde beş cilt planlanan kitabın diğer ciltleri için çalışmalar sürmektedir. Bu seri tamamlandığında yerli, milli ve manevi değerlerimiz ile beslenmiş bir eğitim sistemi vücuda getirmenin ilk adımı olan nazari (kuramsal, teorik) zemin hazır hale gelmiş olacaktır. (Kitap hakkında bir yazıyı aşağıdaki linkten okuyabiliriz.) www.yenisafak.com/dusunce-gunlugu/fuat-sezginin-izinde-turkiye-yuzyili-maarif-modeli4605311?ysclid=lthlqzt0kw750874869
Bu proje ve kitap boyutundaki hazırlık ilmi/ kültürel organik alan çalışmaları için bir veri tabanıdır, temel ve ön argümanlardır. Buradan hareketle özgün kavramsallaştırmalar, münhasır modeller, tezler ve literatür üretilerek; mevcut modern kavram/ görüş/ model ve eserlerle mukayeseli çalışmalara başlanması ve kazanımların ders kitaplarına ve müfredatlara yansıtılması ile gerçek anlamda yerli ve milli müfredatlar yapılabilir. Görüldüğü gibi önümüzde zorlu bir o kadar önemli aşamalar durmaktadır. Demek oluyor ki; “Maarif Düşüncemizin Kuramsal Temelleri” çalışması eğitim sahasında yapılacak müfredat çalışmalar için dikkate alınması gereken, bir müracaat ve referans kaynağıdır. Bu ve benzer kaynak çalışmaların dikkate alınarak yapacağımız pedagojik güncellemelerle birlikte, uygulanabilirlik yolunda önemli adımlar atılacaktır.
Askıya çıkarılan yeni müfredat taslağı ile hangi yeniliklerin geleceği ve etkilerin ne olacağı konusu yoğun şekilde kamuoyunda tartışılıyor. Temel alınan 1739 Milli Temel Kanunu başta olmak üzere mevcut mer’i kanunlarla hareket edildiğinden ancak bu kadarı yapılmış diyebilir miyiz? Hatta diyebiliriz ki söz konusu kanunun bahse konu maddeleri yer yer gerilerek “kendi medeniyet dünyamızın referansları olan millî ve manevi değerlerimiz” bile konulmaya çalışılmış. Müfredatın doğasında olan güncellemeler zaten aralıklarla yapılmaktadır. Hali ile açıklanan müfredat taslağını bu şekliyle bir reform değil, var olanın bir “güncellemesi” olarak değerlendirmek daha doğru olur. Ancak geçmiştekilerden bir farkı içine muhafazakâr bir tat ve çeşni verilmeye çalışılmasıdır.
Ne var ki müfredat üzerinde sınırlı da olsa kendi ihtiyaçlarımız doğrultusunda bir değişiklik iradesi ortaya çıkmış bulunuyor. Bize düşen bu iradenin arkasında durmak ve desteklemektir. Böylece bu yoğun tartışmalar sonucu asıl eksiklikler ve yapılması gerekenler gün yüzüne çıkacaktır ve asıl projelere nereden ve nasıl başlayacağımız konuları kendini gösterecektir. Sonuç olarak raporumuzun bir çok yerinde altını çizdiğimiz gibi, Bakanlığın Türkiye Yüzyılı Maarif Modelinin hayata geçirilmesinin önünde ciddi engeller bulunmaktadır. İhtiyacımız olan şey sadece eğitimin felsefesine dair çalışmalar değildir. Bunların yanında yapısal sorunların da çözülmesi gerekir. Üniversiteye kimlerin gidebileceği lise sonrasında değil ortaokul sonrasında netleşmelidir. İlkokul sonrası zorunlu eğitim kaldırılıp, mesleki eğitimler devreye alınmalıdır. Belge temelli değil bilgi ve yetkinlik temelli bir eğitim modeli ile balığa yüzmeyi ve kuşa uçmayı öğreten; mizaç temelli bir eğitim modeli benimsenmelidir. Öğretmen sayısının sürekli artırıldığı model yerine verimliliğin ve yetkinliğin artırıldığı öğretmen yetiştirme modelleri hayata geçirilmelidir.
Son yıllardaki büyük ve önemli hamlelerle yepyeni bir çehre kazanan Türkiye, tarihi ve kültürel birikim ile ve çağın kazanımlarıyla birlikte insanlığı kucakladığı aslî misyonuna çağrılıyor. Ülkemizin bu çağrıya cevap verebilmesi ancak Türkiye Yüzyılı Projesini çağın gereklerine uygun yerli ve milli bir muhteva ile düzenlenmesi halinde mümkün olacaktır. Bu amaçla yeni eğitim müfredatı yanında buna öncülük yapabilecek yeni bir öğretmen yetiştirme programının gerekli olduğuna inanıyoruz. Öncelikle Türkiye eğer kendi maarif modelini ve müfredat sistemini hayata geçirir, eğitim ve bilim-üniversite modelini teşkil ve tesis ederse, önce gönül coğrafyamızda, sonra dünyada bir eğitim merkezi haline gelebilir, eğitim metot ve araçlarının en büyük ihracatçısı halini alabilir. Ülkemiz bu yolla bir medeniyet ve kültür merkezi halinde öncü rol oynayabilir. TÜRKİYE YÜZYILI PROJESİ’nin ancak eğitimi ve eğitimciyi merkeze alması halinde amacına ulaşma imkân ve gücüne sahip olduğu kanaatindeyiz. Türkiye Yüzyılı vizyonundaki 61 proje içinde maarif ve müfredata dair projelerin yer almamasını büyük bir eksiklik olarak görüyoruz. Çizilen hedeflerin içerisinde maarif ve eğitime dair konuların dahil edilerek acilen telafi edilmesi çağrısı yapıyoruz. Bu anlamlı ve iddialı Türkiye Yüzyılı vizyonu projesinin bu yönüyle mutlaka yeniden ele alınıp gözden geçirilmesi gereğini bu vesile ile tekrar hatırlatıyoruz.